Archive for Mayıs, 2010

BLOG ADRESİ DEĞİŞTİ

http://blog.ceynet.org/bulten/

Mayıs 22, 2010 at 17:03 Yorum bırakın

Nedir bu “uzatma” merakı birader…

Penis boyunu uzatmakYanda gördüğünüz “şaheser” şahsımın mamülü değildir. Vatan gazetesinin internet sitesinin “anasayfasından” printscreen yapılan bir hazinedir kendisi. Ne desek boş. Ne desek bi tarafımızda patlar. Ne desek hoş olmaz. Ne desek kalp kırarız ey sevgi pıtırcığı blog okuyucusu.

Bu uzatma mevzusuna aylar önce değinmiştim. En sonunda bizim sapıklar, “çok satan” gazetelere kadar hücum etmişler. Memleketin dizisiyle, magaziniyle, kültürüyle sürekli “sapıklaştırılmasına” mı ağlarsın, bu sapıklığın “öte dünyacı” bir yaklaşımla “paranoyak sapıklık” haline mi gelmesine zırlarsın, yoksa “en büyük gazete” dediklerinin bu saçmalıklara mekan olmasına mı gözyaşı dökmeyi seçersin sevgili blog okuyucusu?

İlk sosyal mesajımız “boyunu uzatmak” isteyen salatalıklara. Ulan senin sorunun boyu değil ki. Abazalığın tedavisi de boyunu uzatmak değil. Bünyendeki abazalığı vücudundan defetmek için, önce bir partner bulman lazım. Partneri bulmadan uzatsan ne işe yarayacak. Yok partneri bulduysan, zaten abazalık illetinden kurtulmuşsun demektir; kafanı da böyle şeylere takmazdın. Saçını boyat, kaslarını güçlendir falan filan. Karşı cinse kendini beğendirmek için başka bir yöntem bul ulan. Kimseye gösteremedikten sonra 2 metre yapsan ne işine yarayacak bezelye çekirdeği. Hatun yok öpmeye, 2 mt ile gidiyor küçük su dökmeye hayvan oğlu hayvan.

İkinci sosyal mesajımız; pis işlerini icra ederken bir taraftan da “Allah korkusu” yaşayan kök hücrelere. Ulan Allah’ın işi gücü yok da senin zımbırtının boyuna mı takacak kafayı. Sen o çok korktuğun tanrının karşısına çıktığında; eminim ki bi tarafında patlayacak olan elemanın boyunu uzatıp uzatmadığın değil; şu gazetenin doktoruna bu soruyu sorman olacaktır. Büyük ihtimalle, öte tarafta iblisler sana uzatabildikleri kadar uzatacaklardır, merak etme.

Üçüncü soru bu soruyu gazetenin ana sayfasında yayınlayan basın cikciklerine. Ulan harbiden “b.kunu” çıkardınız artık. İki tık fazla alayım diye yemediğiniz nane kalmadı. Gazetelerin içine ettiniz, okuduk. Televizyonların içine kustunuz, izledik. Şimdi de internetin orasını burasını mıncıklıyorsunuz, tıklıyoruz. İşte biz bu kadar mal bir türüz. Homosapiens’in zavallılığının ayan beyan ilan noktasıdır şu yukarıdaki resim. Nokta… Virgül… Ünlem… Gerildim ulan!

Mayıs 22, 2010 at 11:56 Yorum bırakın

Kabul edin: Ahlaksızsınız! Şerefsizsiniz! Hayvansınız!

MadenciKapitalist ekonominin “teorik” zımbırtılarına göre iş gücü piyasasındaki doğal denge, her piyasada olduğu gibi arz ve talep eğrisinin dengesinin oluştuğu noktadır. Yani bize “iktisat” derslerinde öğretilen saçmalıklara göre; iş gücü piyasası da, dönem dönem dalgalanmalar yaşamakla beraber eninde sonunda kendini dengeler ve arz/talep arasındaki düzgün ilişki kurulmuş olur.

Ancak; bu iktisat derslerinde öğretilmeyen bir kaç nokta var. Bilim insanının “ahlakını” parayla çalan bu sistem; kendi ahlaksızlığını bilime de bulaştırır ve iş gücü piyasasının diğer piyasalara olan farkını gözardı eder. Pratik sonucu mu? Dünyadaki 193 ülkeden bu doğal dengenin kurulmuş olduğu ve işsizlik oranının “sıfır” olduğu ülke sayısı sadece iki. Evet sadece iki. Onlar da 2 bin nüfuslu Norfolk Adası ile 90 bin nüfuslu Andorra…

Yani paranın satın aldığı iktisat biliminin bize yanlış öğrettiği bir şeyler var. İş gücü piyasasında beklenen denge hiç bir zaman oluşmuyor. Ve oluşmayacak da. İktisatçıların söylemediği gerçek ise şu: İş gücü piyasası asla diğer piyasalara benzemez. Mevcut sistemin “sağlığı” için iş gücü piyasasındaki “denge” değil, “dengesizlik” ana koşuldur çünkü. Şirketler domates piyasasında arz-talep ilişkisinin dengeye oturmasını ve düşen kar oranlarını amorti edebilir ancak iş gücü piyasasında dengenin kurulması; bütün gezegendeki ekonominin çökmesi anlamını taşır.

Nasıl mı? İşsizlik olmayan bir memlekette; işçi çalıştıran, yani “iş gücü talep eden” çevreler (ki bunlar sermayeyi ve dünyayı yönetme gücünü de ellerinde bulundururlar) işçi ücretleri için ödediği harcamalar artar.  Oysa memlekette işsizlik varsa; iş gücü arzı, iş gücü talebinin önüne geçer; her piyasada olduğu gibi iş gücünün arz yüksekliği nedeniyle fiyatı düşer. Yani işsizlik olan bir ülkede; daha ucuza daha kaliteli işçi bulabilirsiniz.

Bütün karını çalıştırdığı “emek” üzerinden kazanan bir sistem için işsizliğin son bulması demek tam anlamıyla bir felaket ve çöküş anlamına gelir. Dolayısıyla yaşadığımız dünyada sürekli tekrarlanan zırvaların aksine “işsizlik” bir “sorun” değil; tam aksine sistemin ve kurulu düzenin devam etmesi için temel koşuldur. Bir ülkede işsizlik ne kadar artarsa; kâr da o kadar artar. Birikmiş paranın, kendisini çoğalttığı ekonomik düzenin temel kaynağı; iş gücü üzerinden kazandığı kârdır ve bu kâr direkt olarak işsizlik oranı ile düz orantılıdır.

Peki gelelim işin “ahlaksızlık” boyutuna. Zonguldak’ta onlarca işçi göçük altında can verdi. Ve günlerdir medyada “timsah gözyaşlarını” izliyoruz. Kimdir bu “medya” dediğimiz çevre? Medyanın büyük kısmı, bu ülkedeki en büyük sermaye gruplarıdır. Onlarca sektörde en çok “iş gücü talebi yaratan” gruplar da bunlardır. Yani iş gücü piyasasındaki “dengesizliğe” can damarından bağlı olanlardır onlar.

Ve çıkıp utanmadan sahte gözyaşları döküyorlar televizyonlarda, gazete manşetlerinde. Sanki bu memlekette “işsizliğe” hayatını ve servetini borçlu olan onlar değilmiş gibi. Sanki insanları 900 TL aylık için yerin yedi kat dibinde, sağlıksız çalışma koşullarında günlerini geçirmeye mahkum edenler onlar değilmiş gibi.

Utanmıyorsunuz televizyon ekranlarında zırlamaya. Hiç utanmadınız zaten tarihiniz boyunca ahlaksızlıktan, şerefsizlikten. Gözünüzü kâr hırsı bürümüş ve bütün insani değerlerinizi unutuvermişsiniz. Çok görmüyorum insanların ölümüne yol açan koşulları yaratıp sonra da onlar için ağlamanızı. Çünkü hayvanlaşmışsınız ağır ağır. Ahlakı, onuru, dürüstlüğü; kısaca insanı insan yapan tüm erdemleri kaybedivermişsiniz. Üç kuruş para için. Daha fazla kâr için…

Mayıs 21, 2010 at 10:43 Yorum bırakın

Neden herkes Fenerbahçe’den nefret eder?

FenerbahçeYıllardır bu soruyu sorar dururum kendime. Gördüğüm, edindiğim tecrübeye göre; Fenerbahçeliler hariç herkes bu spor kulübünden nefret ediyor? Türkiye’de daha fazla sevilmeyen bir spor kulübü daha olduğunu sanmıyorum.

Aslında bayağı bayağı araştırılması gereken bir konu bu. Neden sevilmez Fenerbahçe? Galatasaraylısı zaten sevmez. Onu anladık. Beşiktaşlılara sorsanız en sevmediğiniz takım hangisi diye; %90 oranında Fenerbahçe çıkacağına eminim. Trabzonlusu, Bursalısı, Ankaragüçlüsü, Diyarbakırlısı hepsi aynı. Yani sınıf, köken, memleket, yaş grubu farketmeksizin; bütün memleket, Fenerbahçe’ye olan “anti-patide” birleşiyor.

Bu sosyolojik mevzunun ciddi bilimsel bir araştırma gerektirdiğini düşünüyorum. Farklı kökenlerden, farklı sınıflardan, farklı yörelerden milyonlarca insanı FB’ye karşı duyulan bu antipatide buluşturan şey nedir? Neden Galatasaray’dan, Beşiktaş’tan veya diğer takımlardan bu kadar nefret edilmiyorken; FB’den bu kadar nefret ediliyor? Her tribünde küfür edilip, her gittiği deplasmanda rakip taraftarların çeşitli saldırılarına uğruyor bu ekip?

Aslında bir kaç teorim var. En mantıklısı şu gibi. Fenerbahçe evin işe yaramaz ama şımarık kızı gibi bir bakıma. Her taraftar kendi tuttuğu takımı “en büyük” olarak görür aslında. Ama bu bence Fenerbahçe için daha fazla göze batıyor. Fenerbahçeliler kendilerini diğer takımlardan “ayrı tutma” ve “büyüklenme” konusunda biraz daha abartılı bir tutum izliyor. Asıl nefreti toplayan ise; bu tutum değil, bu tutumun gereksizliği.

Örneğin Galatasaraylılar “en büyüklük” konusundan dem vurunca; başarılarını, Avrupa kupalarını vs sayabiliyorlar. Her ne kadar diğer takım taraftarları bu “en büyüklüğü” kabul etmese de; rakibinin bunu savunmasını çok da garipsemiyor. Keza Beşiktaş da aynı savunuları tribün kültürü ve bu kültürün yarattığı farklı ruh üzerinden yapabiliyor. Her ne kadar diğer takım taraftarları; Beşiktaş tribünlerinin kendi tribünlerinden üstün olmadığını düşünseler de; Beşiktaş’ın bunu iddia etmesini çok da garipsemiyorlar.

Fakat Fenerbahçe’nin fiili olarak onu diğer takımlardan ve taraftarını diğer takım taraflarından ayıran elle tutulur hiç bir özelliği olmamasına rağmen; ortaya atılan aşırı “kendini beğenmişlik” tavrı muhtemelen diğer takım taraftarlarını ciddi biçimde rahatsız ediyor. Bir sosyal toplulukta en kolay antipati toplama yöntemi de budur aslında. Kendini diğerlerinden “üstün” görmek; itici bir davranış biçimi. Hele hele “kendini beğenmişliği” destekleyen hiç bir somut gösterge olmayınca; bu iticilik iyice “tiksinti” ve “nefret” haline dönüşebiliyor.

Fenerbahçelilerin kendini diğer takımlardan farklı görmesinin sebebi nedir örneğin? Kupa sayısı mı? Başarısı mı? Bu konuda Galatasaray’la rekabet edebilmesi pek mümkün gözükmüyor… Taraftar ruhu, kulüp kültürü, yaratıcı tribünler mi? Bu konuda da Beşiktaş’ın gerisinde kaldığı söylenebilir. Ama her ortamda kendini iddialı bir biçimde “en büyük” ilan edip, gereksiz bir “kendini beğenmişlik” yayılınca etrafa Fenerbahçe antipati toplamaya devam ediyor.

Yönetimiyle, taraftarıyla, medyasıyla “Fenerbahçelilik ruhu” adı verilen; “Türk futbolunu yönetme”, “Türk futbolunun sahibi olma”, “Federasyon, hakemler ve medya üzerinde güç kullanma” isteği doğal olarak; Fenerbahçeli olmayan herkesi rahatsız ediyor. Bu insanlar hep “Neden?” sorusunu soruyorlar… “Neden futbolu FB yönetsin?”, “Neden federasyon yönetimleri kararlarını verirken FB’yi dikkate almak zorunda olsun?”, “Neden medyanın futbol deyince aklına Fenerbahçe geliyor?” sorularını sorup duruyorlar kendilerine. Bir de bu sorulara verilebilecek hiç bir elle tutulur cevap olmayınca; FB’ye olan antipati alıp başını gidiyor.

Ama yine de bu antipati daha ayrıntılı araştırılmalı. Ben Fenerbahçe’ye olan bu antipatinin iyi yerlere gittiği kanısında değilim. Ciddi ciddi sorunlar yol açabilir Türk futbolunun başına. Hoş olmayan bir çok görüntüye neden olmaya da devam edebilir. El atmak lazım…

Mayıs 10, 2010 at 18:25 Yorum bırakın

Meme ucunu gösteren bizden değildir, adidir, yumuşaktır…

Jennifer'in memesiSaygıdeğer dostlarım,

Jennifer Lopez’in meme ucu gözükmüş. Az önce öğrendim. Gerçi insanın kıçı 120 metrekare, 3+1 ev büyüklüğünde olunca; kim memesinin ucuyla ilgilenir ayrı konu ama ilgilisi de varmış demek ki.

Şimdi bu haber gündeme bomba gibi düşünce; “haber” zımbırtıları bu olayla hop oturup hop kalkınca; Jennifer Abla’nın memesinin ucuna değdirmeden olmazdı tabi ki… Çok önemli bir konu olduğu aşikar…

Şu yandaki fotoya bir bakınız lütfen. Ulan ben şimdi küfretmeyim, burası saygın bir blog olsun diyorum ama; bu fotoğrafı çeken yumuşakça, bunu sağda solda “bomba haber” diye dolaştıran koli basili; lan o memenin ucu gözükmese ne olacak? Poza bakın. Biz zaten o memenin bütün detaylarına sahibiz evladım. Ucuna hepsi birbirine benzeyen o “uçlardan” bir tane ekleyiverecek kadar hayal gücü özürlü müyüz ki; sen o ucu çekemezsen gayet sıradan, çekiverirsen “bomba haber” oluveriyor.

Bomba bomba: Jennifer’in memesinin ucu gözüktü
Lan hayvanoğlu hayvanlar; biz o memenin bütün detaylarını; iskele yönündeki benini, sancak yönünde unutulmuş kılını falan avcumuzun içi gibi biliyoruz zaten. Ucu gözükse ne olur? Gözükmese ne olur ulan magazin züppeleri…

Sosyal mesajımız da; bu haberleri ciddiye alan salaklara olsun. Oğlum memelerin her bir yeri ortada zaten. Bu meme uçlarının da hepsi birbirine benziyor. Azıcık da şu beyninizi çalıştırıp antreman yaptırın, o ucu oraya hayal gücünüzle iki dakika koyuverin. Şu gerzek “bomba haber” geyiğinden de kurtulmuş olalım.

Birileri bizi salak yerine koymaya devam ediyor. Bizde de bir miktar salaklık var ki; başarılı da oluyorlar anasını satıyım. “Memeleri salıver ortaya, ama ucundaki koyuluğu gösterme”, “Kıçını kabak gibi aç, ama çatalı gösterme”…

Koyun sürüsünü “düdükleme” hadisesinin en önemli ayağı olan “magazin” camiası, salaklık hadisesinde sınırları zorluyor. Bunların konu mankenlerinin; Jennifer’larının, Britney’lerinin, yerli versiyonlarının her bir yerlerini; kendi vücudumuzdan daha iyi tanıyoruz, içselleştirdik. Ama bu şarlatan p.venkler; bize hala bu konu mankenlerini “satmaya” devam edebiliyorlar ya; of of kömür gibi yanıyorum ulen!

Mayıs 9, 2010 at 12:40 Yorum bırakın

Yine, yeniden, fasa, fiso

Vay vay vay,

Şuraya bir yazı karalamayalı tamı tamına 1.5 yıl olmuş be. Bu ne çalışma azmidir, bu ne yoğunluktur. İstanbul adamı mahvediyor. İlaçlayıp berbat ediyor işte. Çalışmaktan, koşturmaktan; blogunuzu unutuveriyorsunuz. Gerçi benim gibi 35 blogu olan insanlar için birini hatırlamak oldukça güç. Ama zaten ben 35’ini de unuttuğum için; hayvanın önde gideniyim, orası da ayrı konu…

Madem bir ve buçuk yıl sonra yeniden el attık buraya; bir reklam arası vermeden olmaz. Daha dün gibi şu bloga yazdıklarım. Ama ne de çok değişmiş. Bu arada bir açıklama yazmak gerek. Bu blogda “silinmesi gereken” şeyler var. Ama bende de bir takıntı var. “Silemem”. Psikolojim bozuk benim. MSN’den kimseyi silemem. Fotoğraf silemem. Yazı silemem. Anı silemem. Manyağın tekiyim. Onun için bir süre böyle idare edivereceğiz. Yazılar arttıkça, silinmesi gerekenler de arkalara doğru ilerleyip gözden kayboluverirler zaten. Hayat budur olm.

Mayıs 9, 2010 at 12:24 Yorum bırakın


Kategoriler

Feeds

Ey Türk Blogcusu

Ey Türk Blogcusu. Birinci vazifen SEO hileleri ile Google’ı kandırmak, ikinci vazifen de Google seni banlayınca oturup zırlamaktır. Ceyhun Karataş
Mayıs 2010
P S Ç P C C P
 12
3456789
10111213141516
17181920212223
24252627282930
31  

Toplist